31 Mayıs 2013 Cuma

~ Cuma'mız Mübarek Olsun ~




Yapılan hesaplamalara göre İNSAN GÖZÜ 576 MEGAPİKSEL'dir.
Gözyaşının %98.2 si sudur. Geri kalan kısmında üre, glikoz, tuz, organik maddeler ve Lizozim bulunur. Gözü enfeksiyondan koruyan Lizozim, binaları temizlemek için kullanılan ‘Fenik asit’ten daha etkili olmasına rağmen göze zarar vermemesi büyük bir mucizedir.

“O size kulaklar, gözler ve gönüller verendir; ne az şükrediyorsunuz”(Müminun Suresi-78)

~ Cuma'mız Mübarek Olsun ~


30 Mayıs 2013 Perşembe

~ OSMANLI ŞERBETİNİN TARİHÇESİ~



Şerbet Osmanlı’da günlük yaşantıyı, geleneksel davranış kalıplarını etkileyen; Sultanın sofrasından fakir sofrasına kadar eksik tutulmayan, çeşit çeşit yapılan, her evde, her zaman ansızın gelen misafire sunulması gereken en önemli ve leziz ikramlardan biriydi.

Topkapı Sarayı’na sonradan eklenen "Helvahane" ile mutfak adeta bir tatlı, şurup ve şerbet laboratuvarı halini aldı. Sarayın en gözde şerbetleri gül, zambak, menekşe, fulya, yasemin, muhabbet, iğde ve nilüfer çiçeklerinden yapılırdı. Özellikle tatlı suda yetişen ve çok kısıtlı miktarda bulunan nilüfer çiçeğinden yapılan şerbet aynı zamanda akıllara durgunluk verecek bir reçete idi.

Batı'da şarabın günlük hayat ve şölenlerde aldığı yeri Osmanlı'da şerbet çok rengin ve zengin bir çeşitlilik ve lezzetle yerini almıştı. Tadı, rengi, kokusu, soğukluğu ve sunumuyla Osmanlı sofralarının tarihsel zenginliğini yansıtan şerbet çeşitlerinden bazıları limonata, üzüm, elma, armut, ayva, erik, badem sübyesi de denilen badem şerbeti, kavun çekirdeği şerbeti, nar, dut, iğde, koruk, ceviz şerbetleridir. Böğürtlen, çilek, kızılcık, kayısı, ağaç çileği, mandalina, portakal, şeftali, turunç, vişne, gül, amber, fulya çiçeği, menekşe, yasemin çiçeği, muhabbet çiçeği, zambak, demirhindi, keçiboynuzu, antep fıstığı şerbetleri ise en çok tercih edilenleriydi. Yemek dışında kışın tarçın şerbeti sıcak olarak verilir, yazın koruk ve bal şerbeti sunulurdu. Nar şerbeti ikramı kibarlıktan addedilirdi. Balla ve sirkeyle yapılan sirkencübin şerbeti hem susuzluğu giderir, hem de hastalıklara şifa olurdu.

Ünlü yemek tarihçisi Alan Davidson’a göre Osmanlı Şerbeti İtalyan mutfağına “sorbetto” olarak, Fransız mutfağına ise “sorbet” adı ile girdi. Böylelikle şerbet “sorbet” adıyla tüm dünya sofralarında geleneksel bir boyut kazandı.

Efendim yaz geldi, malum havalar iyice ısındı, sizler de kendiniz için ve evinize gelen misafirleriniz için, bu leziz şerbetlerden yaparak sevdiklerinize ikram edebilirsiniz. Doğal, saf ve katkısız... Selam ve Dua ile....



29 Mayıs 2013 Çarşamba

~ İSTANBUL`UN FETHİ`NİN BİLİNMEYEN TARAFLARI ~


29 Mayıs 1453 günü, tarihin en velveleli hâdisesi cereyan edecek ve İstanbul, Fâtih Sultan Mehmed Hân(k.s.) ve onun aziz ordusu tarafından fethedilecektir. Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz Hazretleri‘nin müjdesi gerçekleşecektir. Hele hele, nice uzun zamandır fetih yıldönümlerini artık ezberlenen klişe sözlerle anmaktayızdır. Başka bir tâbirle fethin bilinmeyen ya da sözü edilmeyen azameti hakkında kafa ve gönül yormaktan kaçınmaktayızdır. Oysa fetih; öncesi, yaşandığı ânı ve bugüne kadar uzanan sonrası olarak incelenmeye lâyık ve buna muhtacızdır da.

1. 1453 yılı Mayıs ayının 27′si Pazar günüdür. Liguryalı Papaz Tommasso Parantucelli yani o günün etiketi ile Papa V. Nicolas Roma‘da pazar ayininde ağlamaklıdır. Der ki: “Haber aldım. Bizans’a gönderdiğimiz donanma Boğaz’dan içeri girememiş, Cermen ve Frank cengâverleri dağılmışlar. Askere almak istediğimiz Mora’daki Rumlar ise, ‘Orada pis latinlerden başka kimse yok… Bize ne onlardan’ demişler…” (Archives du cite de Vatican, c. 97, ch. 102, fgl 2, eton University)

Ders almalıyız: Bugün Ayasofya‘ya Bizans kartalını dikmek cinnetini yaşayanlar, dün böyle konuşan aynı Rumlar‘dır.

2. Tesadüfe bakınız. 546 sene evvel 29 Mayıs Salı günü fethedilen İstanbul, daha önce de 11 defa muhâsara edilmiştir. İstanbul’un fethi ile tarihte yeni bir çağ açıldığı inancı bizim değil Frenkler’in iddiâsıdır. (Nortion F. K. Coleeman. The Palle of Rhodes Knights, Princ)

Biz İstanbul’u fethettik diye övünürüz. Eksiktir. İstanbul fethedilmiştir; ama aslında o gün 1400 senelik Roma câhiliye imparatorluğu tarihe karışmıştır.

3.Sultan II. Mehmed Han sadece bir Fâtihdeğil, ayrıca müthiş keşifler sahibi bir dehâdır. Bize, Edirne’den İstanbul’a 60 çift manda ile çekilerek getirilen tarihin o zamana kadar görmediği topları Macar Urban Usta‘nın yapıp döktürdüğü anlatılır.

Oysa daha sonra Edirne Sarayı‘ndan İstanbul‘a getirilen silahların defterlerini inceleyen bir Alman tarihçisi,bu topların döküm tekniğinin de, balistik hesaplarının da bizzat Fâtih Sultan Mehmed Hân hazretlerine ait olduğunu söyler. (Von Der Golz Pacha, Askerî tarih yorumları, c. 2)

4.Biliyorsunuz donanma Haliç‘e karadan indirilir. Aynı tarihçi dönen kızakların mukavemet hesaplarını da, ne kadar yağ kullanılacağının ve her geminin kaç leventtarafından çekileceğinin hesaplarının da, yine Sultan Fâtih tarafından düşünüldüğünü isbat eder.

5. Gemiler Haliç’e indirilir. VeSultan Fâtih, ertesi gün öğleden sonra Bizans’a, tarihe kendi keşfi olan obüs toplarını takdim etmektedir. Kendisinden 75 sene sonra küçük torunu Kanuni Sultan Süleyman Han, Belgrad muhâsarasında uzun mezilli topları dünyaya tanıtacaktır. (La vie Aventureuse Du Franco Acciajouon, Duc d’Athenes Paris, 1853)

6. Fetih günü öğleden sonra Sultan Fâtih İstanbul’a girer. Bir yeniçeri koşarak gelir ve elindeki son Bizans imparatorunun kesik başını önüne koyar: “Ulu hünkârım, işte düşmanının kellesi…”der. Hz. Fâtihyerinden kalkar ve İmparator’un kesik başının Kariye Câmii’nin (o zaman kilise) civarına gömülmesini emreder. Bizans imparatoru düşmanıdır; amma vatanını ve devletini son nefesine kadar elinde kılıç müdâfaa etmiş birisidir. (Legendary Fall of Constantinopolice… Herbest Henry Mc Carthy, London University, 1902)

Alacağımız ders: Bugün, Müslüman Türk’ün vahşeti (!) hakkın-da aleyhimizde nice konuşanlar, bu insanlık dersimizden ibret almalıdırlar. Ama evvela, biz bu hârikulâdeliklerimizi kendimiz bir hatırlamalıyız.

7. Büyük Fransız edibi Lamartine ve tarihçi Malet anlatırlar: “Türkler’in her kale fethi bir hesaba dayanır. Hiçbirisi tesadüfî değildir. İstanbul’un fethi gibi… Kosova, Varna ve Niğbolu’nun fetihleri de,İstanbul’a Batı’dan ulaşacak Haçlı yardımlarının kapanan ve tutulan kapılarıdır…” (Tarihten Bugüne, İlhan Bardakçı)

Fetihten sonra da bizim elimizde İstanbul, hiç şüphesiz bütün Müslüman-Türk tarihinin, Müslüman-Türk coğrafyasının, mimarî san‘at ve estetiğinin bir terkîbi, bir hulâsası ve tecellîsi olmuştur.

“GİT HÜNKÂRDAN FERMAN GETİR…”

Fâtih Sultan Mehmed Hân (k.s.) hazretleri, bir gün tebdîl-i kıyâfet ederek halkının arasında gezmeye çıkar. Akşama kadar dolaşır. Unkapanıkapısına geldiğinde kale kapısının kapanmış olduğunu görür. Kendisinin çıkardığı fermana göre, kale kapıları akşam ezanını müteâkip kapanıp, sabah ezanı vakti açılmaktadır.

Padişah yanındakilerle kapının önüne gelir ve kapı muhâfızı Sinan Çelebiile aralarında şu konuşma geçer:

— Aç şu kapıyı Sinan Çelebi!..

— Kimsin sen, bana kapıyı aç diye nasıl emredersin?..

— Kim olduğuma ne bakıyorsun, kapıyı aç yeter.

— Nasıl bakmam? Niçin bu zamana kadar dışarda kaldınız? Dost musunuz düşman mısınız, Padişah’ın emrini bilmez misiniz? Ben sana kapıyı açmam. Var git, başının çaresine bak.

Hz. Fâtihbu cevaba güler ve Sinan Çelebi ile konuşmasını sürdürür. Açarsın açmazsın derken, nihayet Sinan Çelebi;

— Git Hünkâr’dan ferman getir. Ancak o zaman içeri girebilirsin, der.

Padişah artık dayanamaz:

— Yâhu Sinan Çelebi, Hünkâr benim, der. Sinan Çelebi, dikkatlice bakınca Hünkârı tanır ve kapıyı açarken de;

— A Hünkârım, kendi kanununu, kendin neye bozarsın? Madem bozacaksın, böyle kanunu ne diye koyarsın? mealinde söylenir.

Hz. Fâtih atından iner ve tâvizsiz davranışından ve vazifesine bağlılığından dolayı son derece memnun olduğu Sinan Çelebi’ye;

— Sen yavuz bir er, mert bir kişiymissin. Padişah emirlerine bu kadar bağlı ve sâdık adamlar az bulunur. Dile benden ne dilersen? der. Sinan Çelebi de;

— Sultanım, der, gerçekten istediğimi yapacaksan, benim adıma bir câmi yaptırıver. Tâ ki kıyâmete kadar hasenât defterim açık kalsın.

Hz. Fâtih derhal onun adına bir câmi yaptırır.

İslâm’ın fazîlet hislerinin vicdanlarda hâkim olduğu o devirlerin insanları işte böyleydi. Dünya nimetlerine gark olmak varken, onlar cemiyete yararlı, insanın âhiretine faydalı şeyler isterler, sadece Allah rızâsınatâlip olurlardı.

Kaynak: 27-30 Mayıs 2001 Fazilet Takvimi


~ İstanbul’un Fethindeki Mânevî Ordu ~



Sultan Fâtih, 1453 baharında fetih için Edirne’den hareket ettiğinde, teknik ve askerî mânâda devrinin en üstün ordusuna ve o zamana kadar dünyanın görmediği büyüklükte ve sayıda topa, nizam ve intizamı mükemmel, iâşe ve mühimmat noktasında hiçbir noksanı olmayan bir orduya ve pek çoğu tezgâhtan yeni inmiş 150 harp gemisine sahipti.

Ancak, asker sayısı hakkında 150 ilâ 300 bin arasında rakamlar verilen fetih ordusunun, sadece bu maddî güce dayanarak fethi gerçekleştirdiği düşünülmemelidir.

Kaleme aldığı mısralarında, “Allah’ın yardımı ve mâneviyat erlerinin himmetleriyle kâfirleri perişan etmek niyetinde olduğunu” söyleyen Fâtih, İstanbul’u fethe giderken, devrin şeyh ve âlimlerinden birçoğunu da beraberinde götürüyordu.

Başta hocası ve büyük velî Akşemseddin olmak üzere, Akbıyık Sultan, Şeyh Vefâ, Şeyh Sinan, Ensar Dede, Molla Gürânî, Molla Hüsrev, Hızır Çelebi gibi büyük tasavvuf erbabı…

Onların orduda bulunması, Osmanlı askerinin mâneviyatını da en yüksek dereceye yükseltiyordu.

Zamanın “Kutbu’l-aktâb”ı olan Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) da Türkistan taraflarından gelerek, yanındaki mâneviyat ordusuyla fethin gerçekleşmesi için yardımda bulunmuştu.

Fâtih’in, muharebenin sıkışık bir anında Allah’tan yardım istemesi üzerine, Ubeydullah Ahrar Hazretleri’nin hünkârın karşısında belirerek onu teselli ettiğini ve bu mânevî yardımın ne şekilde olduğunu Osmanlı tarih kaynakları uzun uzun anlatır.

Bu kaynaklardan Hoca Sadettin Efendi’nin Tâcü’t-Tevârîh’i şu bilgiyi veriyor: Fâtih’in büyük lütuflarına mazhar olan o devrin ileri gelen âlimlerinden Mevlânâ Ali Tûsî, mâneviyat yolunda ilerlemek için, makam ve mevkîini terk edip kendi yurduna dönüp Şeyh Ubeydullah Ahrar Hazretleri’nin yanına gitti ve ona bağlandı. Bu arada, şeyhine Sultan Fâtih’in âlimlere ve şeyhlere, hususiyle Nakşibendî yolu mensuplarına olan sevgisinden bahsetti.

Bundan sonra, Şeyh ile Fâtih arasında gizli yazışmalar başladı. Karşılıklı sevgi koyulaştı ve Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri Fâtih hakkında uzun uzun duâlar etti.

Şeyh, Semerkant’ta bir perşembe günü öğleden sonra derhal beyaz atının hazırlanmasını emretti ve acele binip hareket etti. Talebeleri kendisini takip ettilerse de onların gelmelerine hacet olmadığını söyledi; onlar da geri döndüler. Talebelerinden Molla Şeyh, kendisini uzaktan takip etmiş ve şunu görmüştü:

Ubeydullah Hazretleri, atını Deşt-i Abbas denilen sahraya doğru sürdü. Atı dört bir tarafa sürerken bir görünüp bir kayboluyordu. Sonra gözden kayboldu.

Daha sonra döndüklerinde, bu olanları soran talebesi şu cevabı alıyor:

“Rum ülkesinin (Osmanlı) padişahı Sultan Mehmed Han Gâzî, o anda kâfirler ile harp ediyordu. Onun yardımına koştum. Allah’a hamd olsun muzaffer oldu, kâfirler mağlup ve perişan oldular.”

Ubeydullah Ahrar Hazretleri’nin torunu Hâce Abdülhâdî, Fâtih’in vefatından sonra oğlu İkinci Bayezid zamanında Osmanlı ülkesine gelir ve padişahla görüşür. Bayezid, ondan dedesinin simasını ve beyaz bir atı olup olmadığını sorar. O da, dedesinin simasını anlatır ve beyaz bir atı olduğunu söyler. O zaman Bayezid, “Demek babamın anlattıkları doğruymuş” der ve babası Sultan Fâtih’in kendisine anlattıklarını nakleder. Fâtih’in oğluna anlattığı hadise şöyledir: “Bir gün öğleden sonra kâfirlerle harbederken, düşmanın çokluğu sebebiyle İslâm askerlerinde mağlûbiyet emâreleri sezdiğim için Allah’tan mânevî yardım istedim. Hemen o anda –şeklini ve şemâilini tarif ederek- şu vasıfta ve şu şekilde, beyaz bir atın üzerinde bir zat yanıma geldi. Kendisinin Ubeydullah Ahrar olduğunu söyleyip, ‘Ey Sultan Mehmet korkma!’ Diyerek beni tesellî etti. Ben, ‘Nasıl korkmayayım kâfirin askeri çok kalabalık’ dedim. Elbisesinin yenini gösterip içine bakmamı emretti. Baktığımda gördüm ki yeninin içinde geniş bir sahra var ve İslâm askerleriyle dolu. ‘Bu görünen asker, İslâm’a ve Müslümanlara yardım için gelmişlerdir’ buyurdu. Devamla, ‘Şu tepenin üstüne çıkıp orada üç defa kös vurdur ve askerlerine hücum emri ver’ dedi. Dediği gibi yaptım. Düşman tam bir bozguna uğramıştı. Şeyh Hazretleri’nin de düşmana defalarca taarruz ettiğini gördüm. Ama kendisini bir daha göremedim…

O zat ile konuştuğum sırada ben, ‘Kâfirin askeri çok kalabalık’ dediğimde, vezirler benim bunu şaşkınlık ve telaşla söylediğimi zannetmişlerdi. Zira onlar Ubeydullah Hazretleri’ni görmüyorlardı...”

Değerli okuyucular! İkinci Bayezid’in, babası Fâtih’ten dinledikleri ve kendisinin de Ubeydullah Ahrar Hazretleri’nin torunu Hâce Abdülhâdî’ye aktardıkları böyle…

Kuvvetli bir ordusu olmakla beraber, demek ki Fâtih İstanbul’u sadece o maddî kuvvetle değil, aynı zamanda duâ ehli olan mübârek zatların duâlarının da takviyesiyle fethetmiştir.

Yukarıdaki Fâtih – Ubeydullah Ahrar (k.s.) hadiseyle ilgili kaynaklar:

1) Taşköprülü-zâde İsâmüddin Ebu’l-Hayr Ahmed Efendi, Eş-Şekâiku’n-Nu’mâniye fî Ulemâ’i’d-Devleti’l-Osmâniye, nşr. Ahmed Subhi Furat, İstanbul 1985, s. 256-260; 2) Taşköprülü-zâde İsâmüddin Ebu’l-Hayr Ahmed Efendi, Osmanlı Bilginleri, trc. Muharrem Tan, İstanbul 2007, s. 209-211; 3) Mecdî Mehmed Efendi, Hadâiku’ş-Şakaik, Şakaik-ı Nu’mâniye ve Zeyilleri adıyla haz. Abdülkadir Özcan, İstanbul 1989, s. 272-273; 4) Hoca Sa’deddin Efendi, Tâcü’t-Tevârîh, c. 1, İstanbul 1279, s. 410-411; 5) Hoca Sa’deddin Efendi, Tâcü’t-Tevârîh, sadeleştiren: İsmet Parmaksızoğlu, c. 2, Ankara 1975, s. 261-263; 6) Molla Câmi, Nefehâtü’l-Üns min Hadarâti’l-Kuds, Lâmiî Çelebi Tercümesi, sadeleştirenler: Kâmil Candoğan-Sefer Malak, İstanbul 1971, s. 460; 7) Nişancızade Muhyiddin Mehmed, Mir’âtü’l-Kâinât, c. 2, İstanbul 1290, s. 377-378; Osman Gâzi’den Sultan Vahîdüddîn Han’a Osmanlı Târihi, haz. heyet, Çamlıca Basım Yayın, c. 1, İstanbul 2005, s. 522-523; 8) Mustafa İsmail, “Hâce Ubeydullah Ahrâr (k.s.)”, Yedikıta Dergisi, S. 9, Mayıs 2009, s. 44-46; 9) İrfan Gündüz, Osmanlılarda Devlet-Tekke Münasebetleri, İstanbul 1984, s. 43-45; 10) Ahmed Muhtar Paşa, Feth-i Celîl-i Kostantıniyye, sadeleştirilmiş neşir, İstanbul 1994, s. 204-205.


Bu yazıyla ilgili bilgi kaynağımız YEDİKITA dergisinin Mayıs 2010 sayısıdır.

Ali Eren – Vakit

________________

Yaşlı dünyamız birçok fetihler ve fatihler görmüş, ama Fatih Sultan Mehmed Han gibi genç yaşta bir çağ kapatıp yeni bir çağ açan kumandanlar çok nadir görülmüştür. Bizler bugün Fatihlerin, Yavuzların torunları olmakla övünüyoruz, ama onların açtığı yolda ilerleyebiliyor muyuz?..


Genç Fatih, Bizanslılar için “Bizim ulaştığımız yerlere onların hayalleri yetişemez” diyordu. Acaba bizim gençliğimizin hayalleri, Fatih’in ulaştığı noktanın ne kadar yakınından geçiyor? 

Fatih Sultan Mehmet, yirmi bir yaşında bir imparatorluğun sorumluluğunu yüklenmişti, bugünkü gençler o yaşta bir aile sorumluluğu yüklenmeye hazır mı acaba? Benzer soruları uzatmak mümkün, ama bu sorulara müspet cevaplar almak pek mümkün görünmüyor. Hiç değilse o büyük insanların hatıralarına saygı duyalım, hayırla yâd edip manevî tasarruflarını talep edelim. Allah (c.c) onlardan razı olsun... Bizleri de onların yolundan, izinden ayırmasın inşaAllah... Selam ve Dua ile..

22 Mayıs 2013 Çarşamba

~ Ekonomik ve Pratik Oturma Köşesi ~




10 tane palet, paletleri boyamak için boya, 10 metre sünger, 15-16 metre kumaş ve kırlentler için bir miktar elyaf ile, sizde bahçenize veya terasınıza, eğer büyükse balkonunuza bile böyle bir oturma köşeyi yapabilirsiniz. Hem ekonomik, hemde gayet şık (ölçüler benim tahminime göredir, bunu unutmayınız)..

İlk olarak paletleri istediğiniz bir renge boyayıp kurumasını bekliyorsunuz. İkinci aşama paletleri ikili şekilde çivileyerek sabitliyorsunuz. Birinci resimde yan yana koyduğunuz 6 paletin arkalarına 3 paleti koyup, o kısmı da birbirine çiviliyorsunuz. Paletlerin ölçüsüne göre kestirdiğiniz süngerlerin etrafını istediğiniz renkte bir kumaşla kaplayarak, diktiğiniz veya hazır aldığınız kırlentleri de elyafla dolduruyorsunuz. Bu işlemden sonra paletleri de bir kumaş ile kaplamanız gerekiyor...resimde gördüğünüz koyu mor olan kısımları. Bir mobilya görünümü taşıması için bu gereklidir. Bütün aşamalar bittiğine göre artık, size süngerleri paletlerin üzerine koyarak bahçenizin keyfini çıkarmak kalıyor... Yabancı bir sitede resmini gördüğüm bu harika tasarımın yapılışını (kendime göre) az çok anlattım efendim, gerisi size kalmış... Yapmayı düşünenlere şimdiden kolay gelsin.... Selam ve Dua ile..


21 Mayıs 2013 Salı

~ KABİR AZABI ~




Durulacak yer üçtür. Dünya, mezar ve ahiret. Ahirete ‘ Dar-ı ceza’’da denir. Bazı Alimler bir nevi geçit sayılan mezarda kalmayı ahretten sayıp, durulacak yer ikidir, biri dünya ve biri ahirettir dediler.

Mezarda kalma zamanı [Dar-ı berzah] ölüm zamanından kıyamete kadar olan zamandır. Ölen, mezar alemine geçer. İnsan, ruhunu teslim edince, bir başka hale geçerek, onda bir başka hayat hasıl olur. Soru sorulup,cevap vermeye kabiliyeti olup, ni’metlerin lezzetini ve azabı elemini duymaya müsait olur. Mutezile taifesi kabir hallerini, Münker ve Nekir suallerini inkar ettiler. Ehl-i sünnet şöyle bildirdiler ki, kabir ahvali hakkında, o kadar hadis-i şerifler ve o kadar eserler vardır ki asla inkara mecal yoktur. Ashab-ı kiramın (Aleyhimürrıdvan) da kabir halleri üzerinde icma-ı söz birliği vardır.

Kabirde mükafat, iyilik ve ni’met oldugu gibi, azap ve cefa da olur. Kabirdekilerin çoğu kafir ve asi olduğundan, ‘’Kabir azabı’’ denir. Bir hadis-i şerifte, ‘’Bevil sıçramasından sakınınız. Zira kabir azabının çoğu ondandır’’buyuruldu. Bir hadis-i şerifte, ‘’ Kabir, ahret konaklarından birincisidir. Ondan kurtulan, diğer konakları daha kolay geçer. Ondan kurtulamayana sonrakiler daha zor olur’’ buyuruldu.

Velhasıl kabir halleri mümkinattandır. Olabilir cinstendir.Vaki’ olacağını Resülüllah ( Sallallahü aleyhi ve sellem) bildirmiştir. İman etmek lazımdır. Nasıl olduğunu Allahü Teala bilir.

(Şehadet ederim ki, kabir azabı haktır ) Vaki’ dir. Kabir ni’meti de vaki’dir. (İnsanlar) erkek olsun,kadın olsun (ölüp kabre vardıkta ‘’Münker ‘’ ve ‘’Nekir’’ adlı iki ) heybetli, siyah ve gözleri gök (melek gelip sual sorsa gerekir: Rabbinden, Peygamberden, dinden ve kıbleden.Mü’minler) ne kadar asi olsalar da, imanları olduğundan cevap vermeye muvaffak olurlar. (Mutiler) güzel bir şekilde (cevap verirler: Rabbimiz) ve yaratanımız, ma’budumuz (Allah’dır). Birdir.(Peygamberimiz Muhammed Aleyhisselam’dır. Dinimiz İslam dinidir.Kıblemiz Kabe’dir derler.Onlar kabirde) bahçeler yaratılıp (türlü) zevkler ve ni’metler ile (ni’metlenirler). Ya rabbi, bu büyük ni’meti bize ihsan eyle!

(Kafirler ve) küfürlerinde ınat eden (fasıklar) Fir’avn, Ebu Cehil ve diğer münafıklar gibi (cevap veremeyip) şaşırıp, hay hay, biz bu suallerinizi bilmiyoruz derler. (Onlara türlü türlü azaplar ederler). Mü’minlerden asi olanların bazısı azab olur.Lakin devamlı olmaz. Bir müddet sonra azab kaldırılıp, bir daha kıyamete kadar gelmez.

Kabirde sual bir kere olur. İnsan dünyada nasıl akıllı ise, kabirde de öyledir. Kabre girmeyip ateşte yanmış, suda boğulmuş, yahud sahrada kurt ve kuş yemiş kimselere de sual vardır. Sual birinci gün olur. Bazıları birinci günde üç defa olur dediler. Başka söyleyenler de oldu.

Kabir suali ümmet-i Muhammede mi mahsustur, yoksa diger ümmetlere de olurmu, ihtilaf olundu. Bunun gibi ‘’Münker’’ ve ‘’Nekir’’ yalnız iki melek midir, yoksa çok mudurlar, ihtilaf olundu.
Kabir sıkması haktır. Peygamberlerden başkasını kabir sıkar. Mü’minleri sevdigi için, kafirleri azab etmek için sıkar.

Sual ancak, rabbin kimdir,peygamberin kimdir ve hangi dindensin sorularından olur. Bazı alimlere göre bütün akaidden olur. Bir sözde ise hepsinden değil, bazısından olur, bir sözde akaidden ve amelin bazısından olur. Bir söze göre de ancak tevhidden sual olunur.

Mü’min çocuklarına sual yoktur. Doğrusu da budur. Bazıları vardır dedi. Kafir çocukları için sual olup olmadığın da ihtilaf olundu. Kabirde peygamberlere sual olup olmadığı hakkında ihtilaf vardır. Sual varsa tazim ve terkimle olur. Nitekim diğer mukarreblerin hali böyledir. Şehitlere sual olmadığında söz birliği vardır. Sıddıklar derecesinde olan alimler de böyledir demişlerdir. İslam memleketi sınırında halis niyet ile nöbet tutanlara sual yoktur. Her gece ‘’Mülk ‘’ suresini okuyanlara, cum’a gecesi ve gününde vefat edenlere, ishal, istiska (karında su birikmesi), taun (veba) hastalıklarından ölenlere sual yoktur. Bazı alimler,taun zamanında başka bir sebepden ölenlere de sual yoktur dediler. Cahiliyyet zamanında ölenlere, delilere ve çok ahmak olanlara sual olup olmadığı hakkında ihtilaf olundu. Melekler ve cinler vefat edince, kabir suali olup olmadığında ihtilaf olundu. Ölüm hastalığında "İhlas" suresini okuyanlara kabirde sual olunmaz demişlerdir. Her şeyin doğrusunu Allahü Teala daha iyi bilir.


Birgivi Vasiyetnamesi – Kadızade Şerhi – Sahife – 95-97


16 Mayıs 2013 Perşembe

~ Regâip Kandilimiz Mübârek Olsun ~



Receb-i şerîfin ilk cuma gecesi Regâib Kandili’dir.

Bu geceye Regâib denilmesi, melekler bu geceye çok rağbet ettikleri içindir.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyuruyor ki: “Receb’in ilk cuma gecesinden gâfil olmayınız. Çünkü bu geceye melekler Regâib ismini vermiştir.

Bu gecenin üçte biri olduğunda gökyüzünde ve yeryüzünde hiçbir melek kalmaz, hepsi Ka’be’de ve onun etrâfında toplanır.

Cenâb-ı Hak hâllerine muttali’ olur ve ‘Ey meleklerim! Dilediğinizi benden isteyiniz.’ buyurur.

Onlar da ‘Ey Rabb’imiz! Senden isteğimiz Receb ayında oruç tutanları bağışlamandır.’ derler.

Allâhü Teâlâ “Bağışladım” buyurur.

Bu gece, Hz. Âmine’nin Âlemlere Rahmet olan âhir zaman peygamberi Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.)’e hâmile olduğunu anladığı gecedir.

Bu gecenin feyiz ve bereketinden istifâde etmek için uyanık olmalı, bu geceyi ibâdet ve tâatla ihyâ etmelidir.

~ Selâm ve Dua İle ~




13 Mayıs 2013 Pazartesi

~ Hayırlı Haftalar ~



Hatay Reyhanlı'dan gelen üzücü haberler haftasonun üzerine siyah bir perde çekti. Güzel ülkemizin bu tür felaket, terör ve fitneden uzak olması için sürekli dua edip, huzurlu günleri beklerken, böyle bir olayın meydana gelmiş olması hepimizi çok üzdü.

TV kanalları yayınlarına aralıksız devam etti. Ne maçlar ertelendi, ne magazin programları. Hepsi, hiç bir şey olmamış gibi yayın akışlarını sürdürdüler. Sanki hain patlama başka bir ülkede oldu ve 45 Müslüman kardeşimiz hayatını kaybetmedi ki bu kadar duyarsızlar..! Müslüman bir ülkenin insanları bu kadar vurdum duymaz olmamalıydı...! Allah (c.c) bizleri ıslah etsin inşaAllah...

Hatay'daki patlamada hayatını kaybedenlere Allah'tan rahmet, yaralılara acil şifalar ve ailelerine sabır diliyoruz. Tüm milletimizin başı sağolsun...

Yeni bir haftadan herkese HAYIRLI SABAHLAR...




11 Mayıs 2013 Cumartesi

~ YARIN ANNELER GÜNÜ MÜ?...! ~




ABD de Anna 1905’de annesini kaybetti. Ölüm olayı onu çok üzdü. Aylarca olayın şokunu atlatamadı. Hayata küstü. Annesiz hayatı karanlık buldu. Sonunda anma günü başlattı.

Bunun hatırına tüm dünya anneler günü kutluyor.

İslam dünyasında yıllardır kaç anne şehit düştü ve hala düşmekte, onların evlatlarının acısını kimler hatırlayıp, üzülüp, ellerini açıp duada bulunuyor..? :(

İçimiz dışımız batının değerleri ile dolmuş....!
Allah' (c.c) ın buyruklarıyla itaate teşvik edilen annelerimizi sevmek ve hatırlamak bile onların tarihçesi ile olur vaziyete gelmiş.

İslam annelerin ayakları altına serdiği “Cennet”le, annelere emsalsiz kıymet atfetmiştir. Anneye ilgiyi senede bir gün değil, her gün ister.

Annelerimizi seviyor muyuz?

Öyleyse, onları 12 mayıs'da değil, her gün ve beş vakit namazda hayırla anıp dua’da bulunalım....

” رَبَّنَا اغْفِرْ لِى وَ لِوَالِدَىَّ وَ لِلْمُؤمِنِينَ يَوْمَ يَقُومُ اْلحِسَابِ ”


(Ey bizim Rabb'imiz! Beni, annnemi ve babamı ve bütün mü’minleri hesap gününde bağışla) AMİN...

_____________________________________________

Arakan'da Müslümanlara yönelik katliam devam ederken, ölmüş annesini emmeye çalışan bir çocuğun fotoğrafı yaşanan vahşeti dünyaya ve (bir türlü uyanamayan) biz Müslümanlara böyle göstermişti. Peki ne değişti ???



10 Mayıs 2013 Cuma




اللَّهُمَّ بَارِكْ لَنَا فِي رَجَبٍ وَشَعْبَانَ وَبلغنا رَمَضَانَ

“Allahümme bârik lenâ fî Recebe ve Şâ’ban ve belliğna Ramazan.”

Receb-i Şerifinizi ve bil vesile mübarek üç aylarımızı tebrik eder, Alem-i İslam'a hayırlı olmasını Yüce Mevlâ'dan niyaz ederim...

Allah (c.c.) bu güzel ayların feyzinden, nurundan bizlere de nasiplenmeyi ve daha güzel imanla, rızayla, şevkle, gerçek anlamda ibadet ve taâtı yapan, Rızasına kavuşan, şuurlu Müslümanlardan olmamızı cümlemize nasip eylesin inşaAllah... Dua'larımızda zulüm gören Müslüman kardeşlerimizi ve birbirimizi unutmamamız temennisi ile...

Fi Emanillah...



6 Mayıs 2013 Pazartesi

~ HIDIRELLEZ (Hızır ve İlyas Aleyhimesselâm)




Miladi takvimle 6 Mayıs günü Hıdırellez’dir. Hızır günleri yani yaz mevsiminin başlangıcı sayılan 6 Mayıs günü, Rumî senede Nisan ayının yirmi üçüncü gününe rast gelir.

Bilindiği üzere Rumi takvimde yıl, Hızır ve Kasım (yaz ve kış) günleri olarak ikiye ayrılır. Mayıs ayının 6’sında Hızır ile yaz başlar, 186 gün sürer. Kasım ayının 8′ine kadar devam eder ve bundan sonra kış başlar. 179 gün sürer. Şubat’ın 29 çektiği artık yıllarda ise 180 gün olur.

Hıdırellez denmesinin sebebi; çeşitli dini kaynaklarda Musâ Aleyhisselâmın ümmetinden bir veli veya peygamber olduğu bildirilen ve Kur’ân-ı Kerîm’de, “Kullarımızdan bir kul…” (1) diye anılan Hızır‘ın (Hıdır) kurak bir yerde oturması ile o yerin yeşerip dalgalanmaya başladığı, hadis-i şerifte bildirilmiştir. Bu sebeple yaz başlangıcında ortalığın yeşermeğe başladığı güne yeşil mânâsına gelen Hıdır günü, yine bu günde Hıdır ile İlyâs‘ın (aleyhimesselâm) buluştukları rivâyeti sebebiyle de Hıdırellez denmiştir.

Dini kaynaklarımız, Hz. Hızır ve Hz. İlyâs’ın Allah Teâlâ’nın sevgili kullarından olduğunu haber vermekle beraber onlar adına mukaddes bir günün varlığını bildirmemektedir. Hıdırellez gününün İslâm’da dini bir hüviyeti ve kudsiyeti yoktur. O bakımdan 6 Mayıs’ta dinimizin tasvip etmediği tarzda kutlamalarda bulunmak, eğlenmek haramdır.

(1) el-Kehf, sûresi, 18/65

Es-Selâmü Alâ Meni’t-tebea’l-Hüdâ… Selâm, Hidâyete Tabi Olanların Üzerine Olsun.