29 Mayıs 2013 Çarşamba

~ İstanbul’un Fethindeki Mânevî Ordu ~



Sultan Fâtih, 1453 baharında fetih için Edirne’den hareket ettiğinde, teknik ve askerî mânâda devrinin en üstün ordusuna ve o zamana kadar dünyanın görmediği büyüklükte ve sayıda topa, nizam ve intizamı mükemmel, iâşe ve mühimmat noktasında hiçbir noksanı olmayan bir orduya ve pek çoğu tezgâhtan yeni inmiş 150 harp gemisine sahipti.

Ancak, asker sayısı hakkında 150 ilâ 300 bin arasında rakamlar verilen fetih ordusunun, sadece bu maddî güce dayanarak fethi gerçekleştirdiği düşünülmemelidir.

Kaleme aldığı mısralarında, “Allah’ın yardımı ve mâneviyat erlerinin himmetleriyle kâfirleri perişan etmek niyetinde olduğunu” söyleyen Fâtih, İstanbul’u fethe giderken, devrin şeyh ve âlimlerinden birçoğunu da beraberinde götürüyordu.

Başta hocası ve büyük velî Akşemseddin olmak üzere, Akbıyık Sultan, Şeyh Vefâ, Şeyh Sinan, Ensar Dede, Molla Gürânî, Molla Hüsrev, Hızır Çelebi gibi büyük tasavvuf erbabı…

Onların orduda bulunması, Osmanlı askerinin mâneviyatını da en yüksek dereceye yükseltiyordu.

Zamanın “Kutbu’l-aktâb”ı olan Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) da Türkistan taraflarından gelerek, yanındaki mâneviyat ordusuyla fethin gerçekleşmesi için yardımda bulunmuştu.

Fâtih’in, muharebenin sıkışık bir anında Allah’tan yardım istemesi üzerine, Ubeydullah Ahrar Hazretleri’nin hünkârın karşısında belirerek onu teselli ettiğini ve bu mânevî yardımın ne şekilde olduğunu Osmanlı tarih kaynakları uzun uzun anlatır.

Bu kaynaklardan Hoca Sadettin Efendi’nin Tâcü’t-Tevârîh’i şu bilgiyi veriyor: Fâtih’in büyük lütuflarına mazhar olan o devrin ileri gelen âlimlerinden Mevlânâ Ali Tûsî, mâneviyat yolunda ilerlemek için, makam ve mevkîini terk edip kendi yurduna dönüp Şeyh Ubeydullah Ahrar Hazretleri’nin yanına gitti ve ona bağlandı. Bu arada, şeyhine Sultan Fâtih’in âlimlere ve şeyhlere, hususiyle Nakşibendî yolu mensuplarına olan sevgisinden bahsetti.

Bundan sonra, Şeyh ile Fâtih arasında gizli yazışmalar başladı. Karşılıklı sevgi koyulaştı ve Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri Fâtih hakkında uzun uzun duâlar etti.

Şeyh, Semerkant’ta bir perşembe günü öğleden sonra derhal beyaz atının hazırlanmasını emretti ve acele binip hareket etti. Talebeleri kendisini takip ettilerse de onların gelmelerine hacet olmadığını söyledi; onlar da geri döndüler. Talebelerinden Molla Şeyh, kendisini uzaktan takip etmiş ve şunu görmüştü:

Ubeydullah Hazretleri, atını Deşt-i Abbas denilen sahraya doğru sürdü. Atı dört bir tarafa sürerken bir görünüp bir kayboluyordu. Sonra gözden kayboldu.

Daha sonra döndüklerinde, bu olanları soran talebesi şu cevabı alıyor:

“Rum ülkesinin (Osmanlı) padişahı Sultan Mehmed Han Gâzî, o anda kâfirler ile harp ediyordu. Onun yardımına koştum. Allah’a hamd olsun muzaffer oldu, kâfirler mağlup ve perişan oldular.”

Ubeydullah Ahrar Hazretleri’nin torunu Hâce Abdülhâdî, Fâtih’in vefatından sonra oğlu İkinci Bayezid zamanında Osmanlı ülkesine gelir ve padişahla görüşür. Bayezid, ondan dedesinin simasını ve beyaz bir atı olup olmadığını sorar. O da, dedesinin simasını anlatır ve beyaz bir atı olduğunu söyler. O zaman Bayezid, “Demek babamın anlattıkları doğruymuş” der ve babası Sultan Fâtih’in kendisine anlattıklarını nakleder. Fâtih’in oğluna anlattığı hadise şöyledir: “Bir gün öğleden sonra kâfirlerle harbederken, düşmanın çokluğu sebebiyle İslâm askerlerinde mağlûbiyet emâreleri sezdiğim için Allah’tan mânevî yardım istedim. Hemen o anda –şeklini ve şemâilini tarif ederek- şu vasıfta ve şu şekilde, beyaz bir atın üzerinde bir zat yanıma geldi. Kendisinin Ubeydullah Ahrar olduğunu söyleyip, ‘Ey Sultan Mehmet korkma!’ Diyerek beni tesellî etti. Ben, ‘Nasıl korkmayayım kâfirin askeri çok kalabalık’ dedim. Elbisesinin yenini gösterip içine bakmamı emretti. Baktığımda gördüm ki yeninin içinde geniş bir sahra var ve İslâm askerleriyle dolu. ‘Bu görünen asker, İslâm’a ve Müslümanlara yardım için gelmişlerdir’ buyurdu. Devamla, ‘Şu tepenin üstüne çıkıp orada üç defa kös vurdur ve askerlerine hücum emri ver’ dedi. Dediği gibi yaptım. Düşman tam bir bozguna uğramıştı. Şeyh Hazretleri’nin de düşmana defalarca taarruz ettiğini gördüm. Ama kendisini bir daha göremedim…

O zat ile konuştuğum sırada ben, ‘Kâfirin askeri çok kalabalık’ dediğimde, vezirler benim bunu şaşkınlık ve telaşla söylediğimi zannetmişlerdi. Zira onlar Ubeydullah Hazretleri’ni görmüyorlardı...”

Değerli okuyucular! İkinci Bayezid’in, babası Fâtih’ten dinledikleri ve kendisinin de Ubeydullah Ahrar Hazretleri’nin torunu Hâce Abdülhâdî’ye aktardıkları böyle…

Kuvvetli bir ordusu olmakla beraber, demek ki Fâtih İstanbul’u sadece o maddî kuvvetle değil, aynı zamanda duâ ehli olan mübârek zatların duâlarının da takviyesiyle fethetmiştir.

Yukarıdaki Fâtih – Ubeydullah Ahrar (k.s.) hadiseyle ilgili kaynaklar:

1) Taşköprülü-zâde İsâmüddin Ebu’l-Hayr Ahmed Efendi, Eş-Şekâiku’n-Nu’mâniye fî Ulemâ’i’d-Devleti’l-Osmâniye, nşr. Ahmed Subhi Furat, İstanbul 1985, s. 256-260; 2) Taşköprülü-zâde İsâmüddin Ebu’l-Hayr Ahmed Efendi, Osmanlı Bilginleri, trc. Muharrem Tan, İstanbul 2007, s. 209-211; 3) Mecdî Mehmed Efendi, Hadâiku’ş-Şakaik, Şakaik-ı Nu’mâniye ve Zeyilleri adıyla haz. Abdülkadir Özcan, İstanbul 1989, s. 272-273; 4) Hoca Sa’deddin Efendi, Tâcü’t-Tevârîh, c. 1, İstanbul 1279, s. 410-411; 5) Hoca Sa’deddin Efendi, Tâcü’t-Tevârîh, sadeleştiren: İsmet Parmaksızoğlu, c. 2, Ankara 1975, s. 261-263; 6) Molla Câmi, Nefehâtü’l-Üns min Hadarâti’l-Kuds, Lâmiî Çelebi Tercümesi, sadeleştirenler: Kâmil Candoğan-Sefer Malak, İstanbul 1971, s. 460; 7) Nişancızade Muhyiddin Mehmed, Mir’âtü’l-Kâinât, c. 2, İstanbul 1290, s. 377-378; Osman Gâzi’den Sultan Vahîdüddîn Han’a Osmanlı Târihi, haz. heyet, Çamlıca Basım Yayın, c. 1, İstanbul 2005, s. 522-523; 8) Mustafa İsmail, “Hâce Ubeydullah Ahrâr (k.s.)”, Yedikıta Dergisi, S. 9, Mayıs 2009, s. 44-46; 9) İrfan Gündüz, Osmanlılarda Devlet-Tekke Münasebetleri, İstanbul 1984, s. 43-45; 10) Ahmed Muhtar Paşa, Feth-i Celîl-i Kostantıniyye, sadeleştirilmiş neşir, İstanbul 1994, s. 204-205.


Bu yazıyla ilgili bilgi kaynağımız YEDİKITA dergisinin Mayıs 2010 sayısıdır.

Ali Eren – Vakit

________________

Yaşlı dünyamız birçok fetihler ve fatihler görmüş, ama Fatih Sultan Mehmed Han gibi genç yaşta bir çağ kapatıp yeni bir çağ açan kumandanlar çok nadir görülmüştür. Bizler bugün Fatihlerin, Yavuzların torunları olmakla övünüyoruz, ama onların açtığı yolda ilerleyebiliyor muyuz?..


Genç Fatih, Bizanslılar için “Bizim ulaştığımız yerlere onların hayalleri yetişemez” diyordu. Acaba bizim gençliğimizin hayalleri, Fatih’in ulaştığı noktanın ne kadar yakınından geçiyor? 

Fatih Sultan Mehmet, yirmi bir yaşında bir imparatorluğun sorumluluğunu yüklenmişti, bugünkü gençler o yaşta bir aile sorumluluğu yüklenmeye hazır mı acaba? Benzer soruları uzatmak mümkün, ama bu sorulara müspet cevaplar almak pek mümkün görünmüyor. Hiç değilse o büyük insanların hatıralarına saygı duyalım, hayırla yâd edip manevî tasarruflarını talep edelim. Allah (c.c) onlardan razı olsun... Bizleri de onların yolundan, izinden ayırmasın inşaAllah... Selam ve Dua ile..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder